Tuz, Cıva, Sülfür 2. Bölüm

Son konuşmamda, dikkatinizi, çok önceleri evrendeki yerine dair insanın hissetme tarzından günümüze hiçbir şeyin kalmadığı olgusuna çekmiştim. İnsan canının/tininin tutumunda meydana gelen değişim çok büyük oldu. Asırlar önce, rüyamsı durugörü becerileri ile insanların sülfür-süreci ve tuz-süreci gibi süreçlerin gerçek işleyişini gözlemleyebilir olduğu bilinmekteydi. Ve bundan dolayı, onlar varoluşun yeryüzü-öncesi halini görebilmekteydiler.
İnsanın yukarıya doğru ilerlemesini istemeyen, aksine gerilemesini arzulayan ama belirli bir anlamda yine de inisiye edilmiş bazı kişiler, insan varlıklarının bu beceriyi kaybedeceklerini daha önceden gördü; varoluş-öncesine dair hiçbir şeyin artık bilinemeyeceği bir zaman gelecekti. Böylece, bu kişiler, varoluş-öncesi yaşamın hiç olmadığına, insanın canının/tininin fiziksel bedeniyle birlikte yaratıldığına dair bir dogmayı yerleştirdi. Varoluş-öncesi olgusu, dogmanın karanlığıyla örtüldü. Bu, insanın bir zamanlar evrendeki yerine dair bilgisinden aşağıya doğru inişin ilk adımıydı. Cehalete inişte atılmış bir adımdı çünkü insanın varoluşunun bir parçası, özellikle de onun varoluş-öncesi yaşamı gibi çok önemli bir parçası silinip yok edildiğinde, insanı anlamak imkansızdır.
***
Çok uzun zaman boyunca, insanlığı aşağıya inen yola sevk etmeyi isteyen İnisiyeler vardı. Böyle İnisiyeler, yeni içgörü becerisinin -ki eski durugörü becerisinin tam tersiydi- ilerleme kaydetmesini istemediler. Ve dogmaları kullanarak, bilginin yeni formlarının yerine ölümden sonraki yaşama dair sırf iman ve inancı yerleştirmeye çalıştılar. Ve böylece, Giordano Bruno’nun döneminde, dogmatik fetvalar, varoluş-öncesi yaşama ve ölümden sonraki yaşama dair bilgi olasılığını çoktan ortadan kaldırmıştı. Bruno ise orada durup bununla mücadele etti; Boehme’den ve kesinlikle Lord Bacon’dan daha şiddetli bir tarzda mücadele verdi ama yine de içinde yaşayan Dominiken bilgeliğini evrene dair gerçek bir kavrayışa dönüştürmekte başarısız oldu.
***
Ancak, Giordano Bruno’da belli belirsiz ve dağınık halde olan bu bilgi, evrendeki insana ve insandaki evrene dair kesin ve net bir anlayışı doğurmalıydı; içsel durugörünün nüksetmesi yoluyla değil de, özgür ruhsal faaliyetin elde ettiği yeni durugörü becerileri yoluyla.
Bu sözlerle işaret ettiğim şey, insanlığın tekamülünde meydana gelmesi gereken şeydir. Ve günümüzde, insanlık bu daha yüksek bilgiyi elde etme iradesine/istemine şiddetle muhalefet eden ve bundan nefret eden kalabalıkların varlığı olgusuyla yüzyüzedir. Bu durum, tarihin anlattığı olaylarda fazlasıyla barizdir. Ve bu olayları anladığımızda, dünyaya dair antropozofik kavramlara karşı yükselen acı muhalefetin nedenini de anlarız.
Orta Çağ boyunca bu bilgeliğin yerini yavaş yavaş bilginin sırf mantıksal formu almaya başladı; büyük önem taşımasına rağmen, yine de tamamen akademik hale geldi ve diğer yanda, Halk Bilgeliği içine sızmaya başladı. Bir zamanlar hem kozmos hem de insana dair yüce bilgelik olan şey bozundu ve içlerinde büyük değer olduğunu hissetmelerine rağmen anlamlarına dair pek az şey anlayan sıradan halk tarafından kullanılan deyişlere, atasözleri haline geldi. Boehme, böyle insanlar arasında yaşadı. Bu Halk Bilgeliğini özümsedi ve kendi dehası aracılığıyla, kendi içinde yeniden canlandırdı. Aralarında yaşadığı halka kıyasla bunları dile getirmekte daha başarılıydı ama yine de tutuk bir şekilde ifade etmekten fazlasını yapamadı.
Örneğin, şöyle der: “Orada bir yerlerde kozmik düşünceler var; evrensel bir Kelam kendini kristal içine sarıp sarmalamış; insan tuzları eritip eterik bedeninde buna yeni form verdiğinde bu kozmik düşünceleri, bilerek ve isteyerek kendi içine alır.” Gerçekten de öyledir; sonsuz sınırsız formlar dünyasının somut düşüncelerinden, insanın en derin düşüncelerinden formlarının çeşitliliği bakımından dışımızdaki dünya kadar zengin bir eterik dünya doğar.
***
Size tarif ettiğim şey, eskinin bilgeleri arasında gerçek bilgi idi; onların bilimi buydu. Ama, Gizemler’in bu kadim bilgelerinin kendi rüya ile örtülü vizyonları aracılığıyla bu bilgiye doğru tekamül edebilmiş olmaları olgusuna ek olarak, onlar kozmosun ruhsal Varlıklarıyla gerçek bağlantılar da kurabilmekteydiler. Yeryüzünde bir insanın diğer insan varlıklarıyla bilinçli ilişkiler içine girmesi gibi, kadim bilgeler de ruhsal Varlıklar ile ilişkiye girerlerdi. Ve bu ruhsal Varlıklardan başka bir şey öğrendiler; insanın –içe doğru bir başka kozmos, yani mikrokozmos, makrokozmosun bir eterik yeniden doğuşu olması nedeniyle– eterik bedeninde biçimlendirdiği ve dolayısıyla bir iç kozmos olarak sahip olduğu şeyin, hava elementinde, soluk alıp verme süreci sayesinde, yavaş yavaş yok olup gittiğini öğrendi.
İşte, o kadim zamanlarda, insan kendisinin içinde evrenin çeşitli formlarda yeniden doğduğunu bilmekteydi; bir içsel dünyayı deneyimlerdi. Onun içsel yaşamsal sıvılarından, bütün bir evren eterik bir yapı olarak doğmaktaydı. Bu, kadim durugörü idi. İnsan gerçek bir süreç, gerçek bir oluş/meydana geliş olarak deneyimlenirdi. Ve modern insanda aynı süreç aynı şekilde sürmekte ancak bunu artık içsel olarak deneyimleyemiyor.
Şimdi, kadim bilgelerin gerçekten ilişki kurabildikleri o ruhsal Varlıklar, onları yalnızca içinden bu mikro-kozmik evrenin doğduğu yaşamsal sıvılar konusunda aydınlatmakla kalmadılar; ayrıca, yaşam veren havaya, insanın soluğuyla içeri çekilip ardından bütün organizmasına yayılan hava konusunda da aydınlattılar. Kendini bütün mikrokozmosa yayan bu hava, oradaki biçimleri belirsiz hale getirir. O minyatür ölçekte başlayan harikulade eterik evren, nefes ona temas ettiği anda, belirsiz hale gelir. Öncesinde sonsuz sayıda form içeren şey birleşir çünkü “astral” insan hava elementinde yaşar, tıpkı eterik insanın sıvılarda yaşıyor olması gibi. İnsanın astral varlığı bu hava elementinde yaşar ve eterik düşünceleri kırıp yıkmak yoluyla, eterik düşüncelerin bir kuvvete dönüşümü yoluyla, “hava insan”daki “astral insan”ın işleyişinden irade doğar. Ve irade ile birlikte, irade ile bağlantılı büyüme kuvvetleri doğacaktır.
Yine, bu bilgi günümüzde kullanılan soyut “irade” kelimesinin önerdiğinden çok daha fazlasını ifade etmekteydi. İstemek, murad etmek somut bir süreçtir. Astral, hava elementini tutar ve eterik ve sıvısal olanın üzerine yayar. Ve orada, dış dünyada bir şey yandığında farklı bir safhada ortaya çıkan bir süreç kurulur. Bu süreç, kadimler tarafından sülfür-süreci olarak anlaşılırdı. Ve bu sülfür-sürecinden, canda/tinde irade/istem/murat olarak deneyimlenen şey açığa çıkardı.
***
Eskinin düşünürleri asla tamamen soyut bir irade-sürecinden, tamamen soyut bir düşünme-sürecinden söz etmezlerdi; tuz-sürecinden, sülfür-sürecinden söz ederlerdi ve böylece, bir yanda doğası can-ve-ruh olan ve diğer yanda doğası maddesel-eterik olan bir şeyi kastederlerdi. Onlar için, bu bir birlikti ve canın/tinin bedensel organizmanın her yerinde nasıl işlediğini böyle algılarlardı.
***
Yukarıda tarif ettiğim süreçlerin hepsi, tuz-süreci, sülfür-süreci; bunları dışsal doğanın hiçbir yerinde bu formda bulamazsınız; bunlar sadece insan tarafından kendi imge varlığında meydana gelirken bilinebilen süreçlerdir. … İnsan bunları canlı halleri içinde gözlemlendiğinde, yeni bir dünya görmüştü: onu, yeryüzünde çevreleyen dünya olmayan bir dünya.
O zamanlar, kadimler, içsel olarak deneyimledikleri bilgilerinin yardımıyla, yeryüzünden/topraktan olmayanı, farklı bir dünyaya ait olanı görebilmekteydiler. Bu tuz-ve-sülfür-süreçlerini gerçekten anladığımız anda, insanın yeryüzü-öncesi yaşamını görürüz. Zira, yeryüzü yaşamı, yeryüzü-öncesi yaşamdan tam olarak bu açıdan farklılık gösterir: sülfür-ve-tuz-süreçleri, dıştaki duyular dünyasında ölüdürler; yeryüzü-öncesi varoluşta canlıdırlar. Doğum ve ölüm arasında duyularla algıladığımız şey, ölüdür. Gerçek tuz-ve sülfür-süreçleri ise onları yeryüzü-öncesi varoluştaki halleriyle deneyimlediğimizde canlıdırlar. Başka bir deyişle, Boehme’nin tutuk kelimelerle söz ettiği bu süreçleri anlamak, yeryüzü-öncesi varoluşa dair bir vizyondur.
***
İnsanın yeryüzü-öncesi varoluşa dönüp bakma becerisi kaybolmuştur, tıpkı sülfür-sürecinde yeryüzü-sonrası varoluş gerçekliğini görmemize yardım eden ruhsal Varlıklarla birleşmenin kaybolmuş olması gibi. İnsan canının/tininin bütün tutumu tamamen değişmiştir. (Örnek olarak, İsa’nın doğacağı yeri işaret eden yıldızı izleyerek çok uzak diyarlardan gelen Üç Bilge Kral’ın atasının, Tevrat’ta adı geçen Balaam olduğunu ve Balaam’ın zamanında, insanların Tanrı/Tanrı katı ile konuşabildiklerinin anlatıldığını aktarıyor.)
Son konuşmamda, dikkatinizi, çok önceleri evrendeki yerine dair insanın hissetme tarzından günümüze hiçbir şeyin kalmadığı olgusuna çekmiştim. İnsan canının/tininin tutumunda meydana gelen değişim çok büyük oldu. Asırlar önce, rüyamsı durugörü becerileri ile insanların sülfür-süreci ve tuz-süreci gibi süreçlerin gerçek işleyişini gözlemleyebilir olduğu bilinmekteydi. Ve bundan dolayı, onlar varoluşun yeryüzü-öncesi halini görebilmekteydiler.
İnsanın yukarıya doğru ilerlemesini istemeyen, aksine gerilemesini arzulayan ama belirli bir anlamda yine de inisiye edilmiş bazı kişiler, insan varlıklarının bu beceriyi kaybedeceklerini daha önceden gördü; varoluş-öncesine dair hiçbir şeyin artık bilinemeyeceği bir zaman gelecekti. Böylece, bu kişiler, varoluş-öncesi yaşamın hiç olmadığına, insanın canının/tininin fiziksel bedeniyle birlikte yaratıldığına dair bir dogmayı yerleştirdi. Varoluş-öncesi olgusu, dogmanın karanlığıyla örtüldü. Bu, insanın bir zamanlar evrendeki yerine dair bilgisinden aşağıya doğru inişin ilk adımıydı. Cehalete inişte atılmış bir adımdı çünkü insanın varoluşunun bir parçası, özellikle de onun varoluş-öncesi yaşamı gibi çok önemli bir parçası silinip yok edildiğinde, insanı anlamak imkansızdır.
***
Çok uzun zaman boyunca, insanlığı aşağıya inen yola sevk etmeyi isteyen İnisiyeler vardı. Böyle İnisiyeler, yeni içgörü becerisinin -ki eski durugörü becerisinin tam tersiydi- ilerleme kaydetmesini istemediler. Ve dogmaları kullanarak, bilginin yeni formlarının yerine ölümden sonraki yaşama dair sırf iman ve inancı yerleştirmeye çalıştılar. Ve böylece, Giordano Bruno’nun döneminde, dogmatik fetvalar, varoluş-öncesi yaşama ve ölümden sonraki yaşama dair bilgi olasılığını çoktan ortadan kaldırmıştı. Bruno ise orada durup bununla mücadele etti; Boehme’den ve kesinlikle Lord Bacon’dan daha şiddetli bir tarzda mücadele verdi ama yine de içinde yaşayan Dominiken bilgeliğini evrene dair gerçek bir kavrayışa dönüştürmekte başarısız oldu.
***
Ancak, Giordano Bruno’da belli belirsiz ve dağınık halde olan bu bilgi, evrendeki insana ve insandaki evrene dair kesin ve net bir anlayışı doğurmalıydı; içsel durugörünün nüksetmesi yoluyla değil de, özgür ruhsal faaliyetin elde ettiği yeni durugörü becerileri yoluyla.
Bu sözlerle işaret ettiğim şey, insanlığın tekamülünde meydana gelmesi gereken şeydir. Ve günümüzde, insanlık bu daha yüksek bilgiyi elde etme iradesine/istemine şiddetle muhalefet eden ve bundan nefret eden kalabalıkların varlığı olgusuyla yüzyüzedir. Bu durum, tarihin anlattığı olaylarda fazlasıyla barizdir. Ve bu olayları anladığımızda, dünyaya dair antropozofik kavramlara karşı yükselen acı muhalefetin nedenini de anlarız.
Rudolf Steiner tarafından 1931 yılında verilen bir konferanstan kısaltarak çeviren: Yasemin Tokatlı