Tuz, Cıva, Sülfür 1. Bölüm

BUGÜN, bir önceki dersimizin konusuna devam etmemizi öneriyorum. Size, 16. ve 17. yüzyıldan bugüne sıra dışı önemleri hala sürmekte olan üç kişiden söz etmiştim: Giordano Bruno, Verulam’lı Lord Bacon ve Jacob Boehme. İnsanı anlamak, insana dair bir şeyleri bilmek için nasıl kendileriyle mücadele ettiklerini ancak amaçlarına ulaşamadıklarını biliyoruz. Yaşadıkları dönemlerde, insan varlığına dair kadim bilgi çoktan kaybolmuştu ve o günlerin en üstün zihinlerinin samimi gayretleri yeni bir bilgiye doğru yol gösteremezdi.
Jacob Boehme’nin tuhaf ve anlaşılmaz sözlerinde, evreni insanda ve insanı evrende bilip tanımaya dair bir tür özlem olduğu söylenir. Boehme’nin evrene ve insan varlığına dair bilgisinin toplamından, daha derin bir içgörüyle bakılınca, insanın yeryüzü-öncesi varoluşuna, yeryüzü yaşamına inmeden önceki insana işaret eden bir şey ışıldar gibidir. Ancak Boehme’nin eserlerinde yeryüzü-öncesi bir varlık olarak insana dair hiçbir net tarif veya tanımlama bulamayız.
Aşağı yukarı bunları anlatmıştım size. Jacob Boehme’nin tereddütle ve duraksayan kelimelerle yeryüzü-öncesi insan varlığını tarif ettiğini söyledim; ancak onun tam önümüze koyduğu insan, yeryüzüne inebilmiş olmasından önce ruhsal alemde bir can-ve-ruh varlığı olarak ölmüş olmalıydı. Boehme, yeryüzü-öncesi insanın ancak dumura uğramış halini anlatır. Ve dolayısıyla, insandaki evren ve evrendeki insan gerçekliğini anlayamaz haldedir.
Şimdi, Giordano Bruno’yu düşünecek olursak, o yarı şair yarı bilim adamını; onun muhteşem resmedilmiş ifadeler kullanarak anlattığı evren bilgisine sahip olduğunu görürüz. O da insanı, evrenin bu muhteşem tablosu içine yerleştirmeye çabalar; o da insandaki evreni ve evrendeki insanı tanımaya gayret etmektedir. Ancak bu bilgiye aslında ulaşmaz. Bruno’nun imgeleri güzellik ve ihtişamla doludur. Bir yanda sonsuzluklara doğru süzülür ve diğer yanda insan canının/tininin derinliklerine dalar ama yine de bütün bunlar netleşmemiş, bulutumsu halde kalır. Bruno’nun söylediği her şey, uzamın evrenindeki şimdinin insanını ve uzamsal evrenin ta kendisinin doğasını tarif etme çabasını açığa vurmaktadır.
Yeryüzü-öncesi insana etkisiz biçimde geri dönen Boehme gibi, Bruno da bize uzay ve de kozmos ile bağlantılı olarak yeryüzünde yaşayan insanın bulanık bir resmini vermektedir. Bu resim ise yeryüzü-öncesi ve yeryüzü-sonrası insana dair bir manzara açacak olan, insanın kozmosla ilintisine dair gerçek içgörüyü işaret edecek kadar net değildir.
Verulam’lı Lord Bacon’a dönecek olursak, onda, aslında, insan varlığına dair herhangi bir geleneksel fikrin artık olmadığını görürüz. İnsanın doğasına dair kadim durugörü algısından ve de Gizemler’den geriye kalmış eski içgörülerden hiçbir iz yoktur onda.
Ancak Bacon, duyularla algılanabilen dünyaya bakar ve insan zekasına, bu duyu-varoluş dünyasının fenomenlerini ve nesnelerini birleştirme, bunları yöneten yasaları keşfetme görevini yükler. Böylece, insan can/tininin algısını, canın/tinin uyku sırasında içine gömüldüğü dünyaya aktarır ama orada, insan doğasından ziyade doğanın resimlerine ulaşır. Bacon’un baktığı mantıksal ve soyut bakış açısından görüldüğünde ise bu resimler, önümüze ancak insan doğasının dışsal unsurunu koyar. Oysa, bunlar içsel olarak deneyimlendiklerinde, yavaş yavaş, insanın ölümden sonraki varoluşuna dair vizyon haline gelirler zira insanın ölümden sonraki varlığının gerçek durugörü algısı, doğanın gerçek bilgisinin ta kendisi aracılığıyla elde edilecektir. Böylece, Bacon da, 16. ve 17. Yüzyılın, insanı evrende ve evreni insanda tanıma çabalarından birini oluşturur.
Ama, bu resimleri yeni bir deneyim oluşturacak biçimde yoğunlaştırmadığı için güçleri yetersiz kalmıştır. Zaten bunu yapamazdı zira eski gerçeklik, canın/tinin deneyimleri içinde yaşamıyor artık. Bacon, ölümden sonra yaşam bilgisinin adeta eşiğinde durur ama bu bilgiye aslında erişmez.
Dolayısıyla şöyle diyebiliriz: Jacob Boehme halen yeryüzü-öncesi insana dair bilgiye sahip olduğunun işaretlerini vermektedir: kadim gelenekten damıtılmış ama yeteriz bir bilgidir bu. Giordano Bruno ise onu, bir yanda can/tin ve diğer yanda kozmik arka planı ile dünyasal/yeryüzü insana dair bilgiye götürebilecek bir evren tarifine girişir. Ancak Bruno, ne kozmosa ve ne de onun sunumuyla canlandırılmış bir “monad”a indirgenmiş olan canın/tinin yaşamına dair yeterli tarif vermekte başarılı olur.
Bacon, doğa bilimlerin izleyerek evrimleşeceği hatları işaret eder; sırf maddesel olan içindeki Ruhsal’ın kıvılcımını nasıl hür insan idrakinin güçleri ile araması gerektiğini anlatır. İnsan bilgisinin bu hür etkinliğine işaret eder ama içerik sağlamaz. İçeriği olsaydı, Bacon yeryüzü-sonrası insanı işaret ediyor olurdu. Ama bunu yapamaz. Onun bilgisi de yetersiz kalır.
İnsan evriminin daha önceki çağlarında içsel varlıktan hareketle yaratılması mümkün olmuş olan canlı bilginin tamamı, o yüzyıllara gelene dek çoktan kaybolmuştu. İnsan, evrenin bilgisini bulma amacıyla içsel varlığına baktığında bomboş kaldı. Kendi içsel bilgi yaşamı ile birlikte aslında kendisini “kaybetmişti” ve ona kalan şey dış dünyanın, dış doğanın manzarasıydı ki insan, bu dış doğadan değildir. Jacob Boehme ise Halk Bilgeliğinden şöyle bir şey damıtmıştı: İnsanda üç ilke vardır; bunlara tuz, cıva, sülfür adını verir. Ancak bunlara kendi dilinde atfettiği önem, modern kimyada verilenden tamamen farklıdır. Aslında, modern kimyanın kavramlarını Boehme’nin muhteşem ancak tutuk anlatımı ile bağlantılandıracak olsak, sözcüklerinin anlamı tamamen boşalırdı. Şüphesiz, Boehme tarafından tamamen farklı bir anlamda kullanılmışlardı.
Bu ifadeler -tuz, cıva, sülfür- Boehme’nin fikirlerini besleyen Halk Bilgeliğinde halihazırda ne anlama gelmekteydi? Boehme tuzun, cıvanın veya sülfürün insandaki işleyişinden söz ederken kesinlikle gerçek ve somut bir şeyden söz etmektedir. Günümüz insanı kendisinden, can/tin doğasından söz ederken gerçek içeriği olmayan soyut fikirler seslendirir. Boehmr ise adeta, somut gerçeklikle dolu bilginin son kırıntılarını bir araya getirmiş gibidir. Dıştaki doğa, duyularla algılanabilir ve insan aklıyla idrak edilebilir halde mevcut haldeydi. Bu dışsal doğada insan süreçlerin ve fenomenlerin varoluşunu görmeyi öğrendi ve ardından, sonraki asırlar içinde, doğada gözlemleyebilmiş olduklarından hareketle insanın yapısına dair bir fikir inşa etmeye girişti. Başka bir deyişle, insanın varlığını anlamak, insanın dışında olacak şekilde algılanan şeye dayandırıldı ve böylece, insan doğasını bu dışsal mecra/ortam aracılığıyla anlama çabasıyla, insanın bedenine dair bir kavrayış da inşa edildi; bu kavramlaştırmanın, insanın gerçek varlığıyla uyumlu olup olmadığına dair hiçbir bilgi olmaksızın.
Dıştaki, duyularla algılanabilen dünyada gözlemlenen süreçleri sentezlemek ve bunları, insanın derisinin sınırları içinde meydana gelen içsel süreçlere uygulayarak, asla insanın gerçek varlığı olmayan bir tür insan hayaleti gelişti. Bu insan hayaletinde düşünme, hissetme ve isteme becerileri söz konusuydu ama bunlar soyutlamalar, gerçekte dışsal doğanın yalnızca yansımaları olan güya içsel deneyimlerle dolu gölgeli düşünce resimleri olarak kaldılar. Bacon’un döneminde, ruh-ve-can varlığının bedensel doğaya nüfuz etme tarzına dair en ufak bir fikir kalmamıştı; ve eski durugörü bilgisinden aktarılan gelenekler de anlaşılmamıştı.
Peki, Ruhsal Bilim bu konuda ne söyler? İlk başta, insanın bedensel doğasını incelediğimizde, bunu duyularla, beslenmeyle ve ayrıca beslenme ve duyusal algılamanın rastlaştığı/eşzamanlı olduğu süreçlerle yapmalıyızdır. İnsan yemek yediğinde, besin özümser; kendi içine doğanın dış maddelerini alır ama aynı zamanda onları tadar, dolayısıyla bir duyusal algılama, dışarıdaki doğadan hareketle insanın içine doğru devam eden bir süreçle iç içe geçer.
Bir an için, tat alma algısının eşlik ettiği beslenme sürecini düşünün. Tat duyusu uyarılırken ve beslenme süreci işlemeye başlamışken, dışsal maddelerin insan organizması içinde çözülüp sıvılara dönüştüğünü görürüz. İlk olarak, bitkilerin cansız doğadan özümsediği dışsal maddelerin hepsine form verilir. Cansız doğada formu olmaksızın var olan şey fikri aslında kendini geçersiz kılar. Bütün maddelerin temelinde kristaller vardır. Ve kristalize formda olmayan, formu olmadığını gördüğümüz toz ve benzeri maddeler aslında dağılıp parçalanmış kristalleşmelerdir. Kristalize, cansız doğadan bitkiler kendi besinlerini çeker ve bunları kendi doğalarına özgü biçimde inşa ederler. Buradan, yine, hayvanlar besin sağlarlar. Dolayısıyla şöyle diyebiliriz: Doğada, her şeyin bir formu, kendi düzenlenimi vardır. İnsan bu formları içine aldığında, onları çözüp dağıtır. İnsanın organizmasında işleyen süreçlerin bir biçimi budur. Dış doğada var olan formlar çözülür. Organik sıvılara dönüşürler.
Ama bu maddeler özümsenip sıvıya dönüştüğünde, ilk başta dağılıp çözülen formlar tekrar inşa olmaya başlar. Tuz yediğimizde, ilk olarak, organizmadaki sıvılar aracılığıyla eriyip dağılır ama sonra, ona tekrar form veririz. Bitkilerden aldığımız maddeleri yediğimizde, eriyip dağılırlar ama sonra, içsel olarak yeniden eski hallerine dönerler ama bu kez, bedensel sıvılar içinde değil de eterik bedende.
Ve şimdi, kadim zamanlarda, örneğin bir insan tuz yediğinde neler olduğunu düşünün. Tuz eriyip dağıldı ve eterik bedeninde yeniden form buldu ama insan, bütün bu süreci içsel olarak algılayabildi. Tuzun geçirdiği biçimlenme sürecine dair içsel bir düşünce-deneyimi edinmişti. Tuz yediğinde, tuz eriyip dağışdı ve tuz küpü, eterik bedenindeydi. Buradan hareketle, tuzun bir küp şeklinde olduğunu anlamıştı. Ve böylece, insan kendi varlığını içsel olarak deneyimlerken, doğayı da kendi içinde deneyimledi. Kozmik düşünceler onun kendi düşünceleri haline geldi. Hayaller, düş benzeri imgelemeler olarak deneyimlediği şeyler, eterik bedeninde kendilerini açığa vuran formlardı. Bunlar kozmik formlardı, kozmik düzenlenimlerdi.
Ancak, gün geldi, bu çözülme ve yeniden inşa süreçlerini eterik bedeninde deneyimleme becerisini insan kaybetti. Giderek daha ve daha çok dışsal doğaya dönmek zorundaydı. Tuzun formunun kübik olması, onun için içsel bir deneyim değildi artık. Tuzun gerçek düzenlenimini bulup anlamak için dışsal doğayı soruşturmak zorundaydı.
İşte böylece, insanın dikkati tamamen dış dünyaya çevrildi. Kozmik düşünceleri eterik bedenin içsel algılayışıyla artık deneyimleyemiyor olmakla ilgili bu radikal değişim, 15. Yüzyılın başlarından beri meydana gelmekteydi ve Bruno, Boehmr ve Verulam’lı Bacon’ın döneminde ise belirli bir zirveye ulaştı.
Oysa Jacob Boehme, Halk Bilgeliği’nin o kırıntılarını yine de toparlayabilmişti: İnsan, dıştaki madde dünyasından özümsediği her şeyi eritip dağıtır. Bu, tuzun suda erimesi gibi bir süreçtir. İnsan bu suyu kendi içinde, yaşamsal sıvılarında taşır. Bütün maddeler, yiyecek malzemesi olduğu sürece, tuzdur. Bu tuz eriyip dağılır. Tuzlarda, kozmik düşünceler toprak/yeryüzü üstünden ifade edilir. Ve yine, insan bu kozmik düşüncelere kendi eterik bedeni içinde tekrar form verir. “Tuz-süreci” budur.
***
Bunlar, çok eski zamanlarda tamamen farklı bir bilgeliğin ve bilimin, eterik bedende gerçekleşen süreçlerin içsel algılanışı aracılığıyla deneyimlenmiş bir bilgeliğin varolduğunu işaret eder: bunlar, kendilerini insana sürekli tekrarlanan kozmik düşünceler olarak açığa vururlar. Toprağın kristal biçimlenişlerinde bedenlenen ve insanın eterik bedeninde biçim verdiği ve bilinçli biçimde deneyimlediği düşüncelerden inşa edilen dünya: zaman içinde yokolup giden kadim bilgelik buydu.
Kendimizi eski Gizem-sığınaklarından birine gönderebilsek ve bir İnisiyenin evrene dair verdiği tarifi ruhsal açıdan dinleyebilseydik, şunun gibi bir şey olurdu: Evrenin tamamında kozmik düşünceler dokunmaktadır: Kelam işlemektedir. Toprağın kristal biçimlenmeleri, kozmik Kelam’ın tekil parçalarının bedenlenişidir. Şimdi, tat alma duyusu pek çok duyudan biridir. İşitme ve görme süreçleri de benzer biçimde ele alınabilir ama onlarda, tuzların eterik formdaki işleyişi daha dışsal bir anlamda düşünülmelidir. İnsan tuzlarda bedenlenmiş olanı duyuları aracılığıyla alır ve eterik bedeninde yeniden form vererek bunu kendi içinde deneyimler. Kozmik düşünceler kendilerini insanların düşünceleri içinde tekrarlar. Evren, insanda ve insan, evrende tanınır. Eski zamanların İnisiyeleri, somut ve sarsılmaz sezgi ile, evrene ve insana dair vizyoner, rüya benzeri bilgilerinden çıkartıp tarif edebilmekteydiler.
Orta Çağ boyunca bu bilgeliğin yerini yavaş yavaş bilginin sırf mantıksal formu almaya başladı; büyük önem taşımasına rağmen, yine de tamamen akademik hale geldi ve diğer yanda, Halk Bilgeliği içine sızmaya başladı. Bir zamanlar hem kozmos hem de insana dair yüce bilgelik olan şey bozundu ve içlerinde büyük değer olduğunu hissetmelerine rağmen anlamlarına dair pek az şey anlayan sıradan halk tarafından kullanılan deyişlere, atasözleri haline geldi. Boehme, böyle insanlar arasında yaşadı. Bu Halk Bilgeliğini özümsedi ve kendi dehası aracılığıyla, kendi içinde yeniden canlandırdı. Aralarında yaşadığı halka kıyasla bunları dile getirmekte daha başarılıydı ama yine de tutuk bir şekilde ifade etmekten fazlasını yapamadı.
Örneğin, şöyle der: “Orada bir yerlerde kozmik düşünceler var; evrensel bir Kelam kendini kristal içine sarıp sarmalamış; insan tuzları eritip eterik bedeninde buna yeni form verdiğinde bu kozmik düşünceleri, bilerek ve isteyerek kendi içine alır.” Gerçekten de öyledir; sonsuz sınırsız formlar dünyasının somut düşüncelerinden, insanın en derin düşüncelerinden formlarının çeşitliliği bakımından dışımızdaki dünya kadar zengin bir eterik dünya doğar.
***
Size tarif ettiğim şey, eskinin bilgeleri arasında gerçek bilgi idi; onların bilimi buydu. Ama, Gizemler’in bu kadim bilgelerinin kendi rüya ile örtülü vizyonları aracılığıyla bu bilgiye doğru tekamül edebilmiş olmaları olgusuna ek olarak, onlar kozmosun ruhsal Varlıklarıyla gerçek bağlantılar da kurabilmekteydiler. Yeryüzünde bir insanın diğer insan varlıklarıyla bilinçli ilişkiler içine girmesi gibi, kadim bilgeler de ruhsal Varlıklar ile ilişkiye girerlerdi. Ve bu ruhsal Varlıklardan başka bir şey öğrendiler; insanın – içe doğru bir başka kozmos, yani mikrokozmos, makrokozmosun bir eterik yeniden doğuşu olması nedeniyle – eterik bedeninde biçimlendirdiği ve dolayısıyla bir iç kozmos olarak sahip olduğu şeyin, hava elementinde, soluk alıp verme süreci sayesinde, yavaş yavaş yok olup gittiğini öğrendi.
İşte, o kadim zamanlarda, insan kendisinin içinde evrenin çeşitli formlarda yeniden doğduğunu bilmekteydi; bir içsel dünyayı deneyimlerdi. Onun içsel yaşamsal sıvılarından, bütün bir evren eterik bir yapı olarak doğmaktaydı. Bu, kadim durugörü idi. İnsan gerçek bir süreç, gerçek bir oluş/meydana geliş olarak deneyimlenirdi. Ve modern insanda aynı süreç aynı şekilde sürmekte ancak bunu artık içsel olarak deneyimleyemiyor.
Şimdi, kadim bilgelerin gerçekten ilişki kurabildikleri o ruhsal Varlıklar, onları yalnızca içinden bu mikro-kozmik evrenin doğduğu yaşamsal sıvılar konusunda aydınlatmakla kalmadılar; ayrıca, yaşam veren havaya, insanın soluğuyla içeri çekilip ardından bütün organizmasına yayılan hava konusunda da aydınlattılar. Kendini bütün mikrokozmosa yayan bu hava, oradaki biçimleri belirsiz hale getirir. O minyatür ölçekte başlayan harikulade eterik evren, nefes ona temas ettiği anda, belirsiz hale gelir. Öncesinde sonsuz sayıda form içeren şey birleşir çünkü “astral” insan hava elementinde yaşar, tıpkı eterik insanın sıvılarda yaşıyor olması gibi. İnsanın astral varlığı bu hava elementinde yaşar ve eterik düşünceleri kırıp yıkmak yoluyla, eterik düşüncelerin bir kuvvete dönüşümü yoluyla, “hava insan”daki “astral insan”ın işleyişinden irade doğar. Ve irade ile birlikte, irade ile bağlantılı büyüme kuvvetleri doğacaktır.
Yine, bu bilgi günümüzde kullanılan soyut “irade” kelimesinin önerdiğinden çok daha fazlasını ifade etmekteydi. İstemek, murad etmek somut bir süreçtir. Astral, hava elementini tutar ve eterik ve sıvısal olanın üzerine yayar. Ve orada, dış dünyada bir şey yandığında farklı bir safhada ortaya çıkan bir süreç kurulur. Bu süreç, kadimler tarafından sülfür-süreci olarak anlaşılırdı. Ve bu sülfür-sürecinden, canda/tinde irade/istem/murat olarak deneyimlenen şey açığa çıkardı.
O çok eski zamanlarda, insanlar zihinde bir resim gibi beliren bir şeyi ifade etmek için şu soyut düşünme kelimesini kullanmazdı. Gerçek bir bilen “düşünmek”ten söz ettiğinde, az önce anlatılan tuz-sürecinden söz ediyordu. “İrade”den de soyut bir tarzda değil de, insandaki hava elementini ele geçiren astral kuvvetlerden, iradenin doğuşuna yol açan sülfür-sürecinden söz ederdi. İstemeki murad etmek bir somut gerçeklik süreciydi ve bu ikisi arasındaki ayarlama – zira bunlar zıt süreçlerdir – ise cıva-süreci tarafından oluşturulurdu; bu süreçle, sıvı olan ve henüz formu olan şey eterik doğadan astral doğaya, sıvısal olandan havasal olana doğru, ileri geri sallanır.
***
Eskinin düşünürleri asla tamamen soyut bir irade-sürecinden, tamamen soyut bir düşünme-sürecinden söz etmezlerdi; tuz-sürecinden, sülfür-sürecinden söz ederlerdi ve böylece, bir yanda doğası can-ve-ruh olan ve diğer yanda doğası maddesel-eterik olan bir şeyi kastederlerdi. Onlar için, bu bir birlikti ve canın/tinin bedensel organizmanın her yerinde nasıl işlediğini böyle algılarlardı.
Yukarıda tarif ettiğim süreçlerin hepsi, tuz-süreci, sülfür-süreci; bunları dışsal doğanın hiçbir yerinde bu formda bulamazsınız; bunlar sadece insan tarafından kendi imge varlığında meydana gelirken bilinebilen süreçlerdir. … İnsan bunları canlı halleri içinde gözlemlendiğinde, yeni bir dünya görmüştü: onu, yeryüzünde çevreleyen dünya olmayan bir dünya.
O zamanlar, kadimler, içsel olarak deneyimledikleri bilgilerinin yardımıyla, yeryüzünden/topraktan olmayanı, farklı bir dünyaya ait olanı görebilmekteydiler. Bu tuz-ve-sülfür-süreçlerini gerçekten anladığımız anda, insanın yeryüzü-öncesi yaşamını görürüz. Zira, yeryüzü yaşamı, yeryüzü-öncesi yaşamdan tam olarak bu açıdan farklılık gösterir: sülfür-ve-tuz-süreçleri, dıştaki duyular dünyasında ölüdürler; yeryüzü-öncesi varoluşta canlıdırlar. Doğum ve ölüm arasında duyularla algıladığımız şey, ölüdür. Gerçek tuz-ve sülfür-süreçleri ise onları yeryüzü-öncesi varoluştaki halleriyle deneyimlediğimizde canlıdırlar. Başka bir deyişle, Boehme’nin tutuk kelimelerle söz ettiği bu süreçleri anlamak, yeryüzü-öncesi varoluşa dair bir vizyondur.
***
İnsanın yeryüzü-öncesi varoluşa dönüp bakma becerisi kaybolmuştur, tıpkı sülfür-sürecinde yeryüzü-sonrası varoluş gerçekliğini görmemize yardım eden ruhsal Varlıklarla birleşmenin kaybolmuş olması gibi. İnsan canının/tininin bütün tutumu tamamen değişmiştir. (Örnek olarak, İsa’nın doğacağı yeri işaret eden yıldızı izleyerek çok uzak diyarlardan gelen Üç Bilge Kral’ın atasının, Tevrat’ta adı geçen Balaam olduğunu ve Balaam’ın zamanında, insanların Tanrı/Tanrı katı ile konuşabildiklerinin anlatıldığını aktarıyor.)
(1. Bölüm sonu)